Mektup

Sevgili kardeşim Klenze;

Görüşmeyeli nasılsın, sağlığın sıhhatin iyi mi? Uzun süredir sana yazma şansım olmamıştı, bildiğin üzere Arap çöllerinden Almanya'ya mektup yollamak çok zor. Günler sonra şehir merkezine indiğim gibi sana bu yazımı postalıyorum. Sen de bu adrese mektuplarını yollayabilirsin.

Seneler evvel sana amcamız merhum Heinrich'in hediyesi olan eski bir el yazması çevirisinden okuduğum bir kitapta geçen bir kısmı hatırlatmak isterim, hani şu gayrimüslim olan Araplar'ın, Müslümanlar'ın Kurban Bayramı arifesinde yapmakta olduğu, çaldıkları müziği duyan herkesin içini nefret kapladığı, ayin sırasında yapılan her şeyin aşırı mide bulandırıcı ve dehşete düşürücü olduğu, Müslümanlar'ın "Ölülerin Bayramı" olarak adlandırdığı günü.

Buraya geldiğimden beri, aslında amacım Müslümanlar'ın Kurban Bayramı'nı görmek, onların ibadet şekillerini öğrenmekti. Kâbe'ye gittim, önemli yerleri gezdim ve sonunda dün olan arifede de yapacaklarımı tamamlayıp dönüş yoluna çıkacaktım. Fakat şahit olduğum inanılmaz bir olay tüm bu planımı bozdu ve beni oldukça şaşırttı. Tahmin edeceğin üzere, sanrılarımca, Ölülerin Bayramı'na şahit oldum. Ve hayır, canım kardeşim Klenze, bunları sana benimle gelmeyi reddettin diye pişman etmek adına söylemiyorum, asla! Hatta aksine, iyi ki gelmemişsin! Çünkü bu hikayelerin gençken birbirimize anlattığımız, muhtemelen saçmalıktan ibaret olduğunu düşündüğümüz şeyler olarak kalması kesinlikle daha hayırlı olurdu, hem benim için, hem de herkes için!

Kesinlikle dramatize etmiyorum, hayır. Birazdan olayı abartmadan, her detayı ile anlatacağım ve sen de benim gibi dehşete kapılacaksın. Ama korkmanı istemiyorum, başıma bir şey gelmedi.

Her şey arife gecesi, ben otel odamdayken başladı. Odamın balkonunda oturup dışarıyı izliyordum. Hava, normal bir şekilde serindi ve bütün gökyüzü çok güzel bir manzara oluşturan yıldızlarla kaplıydı. Saat galiba dokuz-on gibi olmalıydı. Birkaç saat sonra havada huzursuz bir his oluşmaya başladı. Ardından da çok, çok uzaktan gelen davul sesleri duyulmaya başladı.

Bu sesleri duyan herkes odalarının ve genel olarak evlerinin camlarını kapatıyor ve ışıklarını söndürüyorlardı. Sokaklar bir saate kalmadan bomboş kaldı. Bu bende daha da büyük bir merak uyandırıyordu. Gecenin kasvetli havası kat ve kat artmıştı ve bendeki merak anbean artmaktaydı. Sonunda bu seslerin kaynağına gitmeye karar vermiştim. Bu davul sesleri resmen mıknatısın demir tozlarını kendine çekmesi gibi çekiyordu. Ben de bu çağrıya sonunda göz yumamadım ve yanıma bir şişe su alarak yola çıktım.

Sesin kaynağına doğru resmen koşuyordum ve sanki hiç yorulmuyordum. İçimdeki bu ürkek merak, yerini bir hazza bırakıyordu ve gümbür gümbür davulların sesini tiz flütler alıyordu. Bu ses de hiç öyle tarif ettikleri gibi dehşete düşürücü değildi, aksine mest edici bir yönü bile vardı. Sonunda bir tepenin üzerindeki düzlüğe vardım. Büyük bir şölen alanı gibiydi, masaların üzerinde çeşit çeşit meyveler ve sebzeler, çok şık türban benzeri kıyafetler giyen insanlar tarafından tüketiliyorlardı. Onların yanında da yine şıklıkta az kalmayan kıyafetlere sahip kişiler davul ve flütler çalıyorlardı. Ben ise bu olup biteni bir çeşit kayanın arkasından izliyordum. Bütün bunlar bana önceden de hasettiğim üzere Ölülerin Bayramı dışında bir şeyi hatırlatmıyordu. Bu taşın arkasında türbanlı şahısları uzun bir süre izledim.

Bu kişiler büyüleyici danslar etmeye başladı birkaç saat sonra. Çok inanılmaz hareketler yapıyorlardı, insan anatomisine ters düşen bazı hareketlerdi bunlar. Ve bu sebeple izlemesi, apayrı bir hal alıyordu. Sonunda karar verdim, yanlarına katılacaktım, ölecek olsam bile bunu yapmak zorunda hissediyordum. Cesaretimi sonunda toparladım ve kaya siperimin arkasından çıktım.

Beni gördüklerinde uzun uzun bana baktılar, sanki içlerinde bir nefret ve huzursuzluk vardı. Beni küçük festivallerinde görmek istememiş gibilerdi. Ben de sonuç olarak bu manzaradan ürkmüştüm. Her an depar atmak için hazırlanıyordum ve kendime yanıma bir tabanca almadığım için küfürler ediyordum.

Türbanlı halkın gözleri, tıpkı kedilerinki gibi bir ışıltıyla parıldıyordu. Kaşları çatık, koca burunlu bu yüzler kesinlikle normal insanlara ait değillerdi. Artık taş siperler bile beni koruyamayacaktı. Sabah olmaya başladığında gözlerinin parlaklığı sönmeye başlamıştı ve içlerini beni gördüklerinden daha büyük bir korku kaplamıştı. Arkama baktığımda bize doğru gelen birkaç figür daha belirdi. Onları da bu kadar korkutacak bir şeyin bana ne yapmayacağını düşünerek kendimi tepenin öbür tarafından aşağıya bıraktım ve sonumun diğer şanssız gezginler gibi olmaması için dua etmeye başlamıştım. En son hatırladığım şey kafamın arkasında hissettiğim büyük bir ağrı olmuştu.

Uyandığımda yanımda birkaç genç adam vardı, bana pansuman yapıp beni ayağa kaldırdılar. Ben ise olan olayların hala şokundaydım.

Sonunda arkamı dönüp baktığımda, tepenin üzerinde iğrenç görünen festival alanını gördüm ve o gece gördüğüm iğrenç şeyleri hatırladım. O gözler, o şeyler insan değillerdi. Hatırladıkça daha çok iğreniyordum o manzaradan. Üzerime üzerime gelmişler, bana saldırmaya çalışmışları fakat hepsi gün doğumu eşliğinde toz olup gitmişlerdi.

Otel odama geri döndüğümde, tekrardan bu olay hakkında fikir almak isteyince herkes, tıpkı konuşması yasak bir konuşmuş gibi arkasını dönüp uzaklaşıyordu. Bu olay belki de sonsuza kadar bir gizem kalacak. Benim gibi bu olayı görmüş olan birkaç yazar bunu yazılarında işlemişti ama kimse gerçekten nelerin olup bittiğini asla ama asla araştırmaya cürret edememişti. Çünkü hiçbiri, o iğrenç sıska suratlarının üzerindeki gözeneklerden çıkan kurtçuklarla ve çürümeye başlamış bedenlerle yine karşılaşmak istemiyordu.

Sevgilerimle, Büyük Ağabeyin,
MARK WEINSTEIN.

Unless otherwise stated, the content of this page is licensed under Creative Commons Attribution-ShareAlike 3.0 License